Çocukluğumun ilkbahar ve yazları bir başka olurdu İstanbul’da. Önce havalar hafiften ısınır, güneş o tatlı yüzünü ılık ılık gösterir ardından da yeşeren doğa, toprak, yer, gök mis gibi kokardı. O tatlı, tembel akşamüstlerinde Cihangir’in sokaklarını arşınlardık arkadaşlarımızla. Tek tük arabalar görünürdü sokakların uzayıp giden hareketsiz ve sakin uzuvlarında. Komşu kadınlar vardı kapı önlerinde çekirdek çitleyen.. Ellerinde yün örgü, makara gırgır ile dedikoduyu ilmek ilmek işleyen ve erkekler elleri yüklü işinlerinden evlerine dönen. Ne güzeldi hava açık, temiz ve berrak hele Mayıs ve Haziran bambaşka olurdu. Boğazın sularına bakan Cihangir caminin bahçesi her daim çocukların sesleri ile yankılanırdı. Bizler bir avuç arkadaş hepimiz çocuktuk en nihayetinde anlayamasak da ehemmiyetini bir çok şeyin, adını koyamasak da hissettiklerimizin umursamazdık çünkü inanılmaz güzeldi yer, gök aklınız durur çok güzel. İstanbul’un tam da Üsküdar’a bakan en müstesna güzellikteki yeri Cihangir’di benim de köyüm. Ne de olsa burada doğmuş burada büyümüştüm.
1978 yılını hiç unutamam o bahar ve yaz bambaşkaydı köyümde. Gezip oynadığımız bahçelerde kovaladığımız kedilerin doğurduğu yavruları severken hava yeni kararmış gökyüzünün degrade mavisi üzerimizi bir yorgan misali örtmüştü. O akşam Boğaza nazır Ege Çay Bahçesinde yine insanlar toplanmış, yemeklerini yiyor ve mutlu mesut günün yorgunluğunu atıyorlardı. Ege Çay Bahçesi Cihangir’in lokal gazinosuydu. İçine hiç girmemiş olsam da bahçenin caddeye bakan kısmında büyük camları örten tül perdelerin arkasındaki insanların gölgeleri hep dikkatimi çekerdi. Gelip geçerken her daim dışarıdan içeriye bakar, kafamda insanların konuşmalarını tahayyül eder, dertlerini merak ederdim. Geceleri müzik hiç eksik olmazdı, insan seslerine bulanan müziğin rehaveti adeta sokağın tüm kaldırımlarına işlemişti. Tam da bahçenin önüne geldiğinizde ağırlaşan ve yerden bir türlü kalkmayan ayaklarınızı oraya girmeniz için aynı kaldırımlar içeri doğru iterdi. İşte yine o akşamüstlerinden biri idi ben de tam çay bahçesinin önünden geçiyordum ki yine yer gök aynı şarkı ile inliyordu ve bir tek Ege Çay Bahçesi değil her yerde artık bu şarkı çalıyordu:
Unutulmaz bu acı
Dertli dertli çal kemancı
Her aşkta hüsran oldu gönül
Bilmem bu kaçıncı
Halime bak dertli çal
Kemancı başımın tacı
Gitme bu gece sen de kal
Benim halim çok acı
Tanju Okan’ın şarkısını Adnan Şenses nasıl yorumluyordu biliyor musunuz? Ahh, nasıl bir bilseniz… Ben bile o çocuk yüreğim kanaya kanaya dinliyordum düşünün. Her gün, her gece her yerde bu şarkı inanılır gibi değildi, nereye gitseniz arkanızdan bir kemancı sesi yükseliyordu. Şarkıyı ne kadar sık duysam da çocuk aklımla olsa gerek özümseyememenin ciddi iç sıkıntısı içinde gecelerce düşündüğümü hatırlıyorum kendi kendime. Kimdi bu kemancı? Neden baş tacıydı? Adnan Şenses kemancı ile nasıl bir ilişki içindeydi ki ona sürekli sesleniyor “Gitme bu gece sen de kal.” diye yalvarıyordu. O yaşlarda bir türlü anlamlandıramadığım Adnan Şenses’e olan gizli hayranlığım ise tüm bu soruları daha da işin içinden çıkılmaz hale getiriyordu. Babam ile ahbap olan Adnan Şenses’in bir akşam Mecidiyeköy civarlarındaki evine akşam yemeğine gittiğimizi, Şenses’in hayli sofistike bir tavır sergileyerek üstünde robdöşambra benzer bir ceket ile kapıyı açtığını, o gece evin her köşesini, Adnan Şenses’in oturmasından kalkmasına hatta içkisini yudumlamasına kadar her hareketini geri çekilmişliğim ile nasıl izlediğimi ve her kareyi kafamda nasıl fotoğrafa çektiğimi bugün bile gün gibi hatırlarım. O yaşımda bile gerçekten çok çekici bulduğum kendi şahsına münhasır tavırları olan nadir erkeklerden biriydi Şenses ve belli ki kemancıya değer de veriyor onunla mahremini paylaşıyordu. Ne yalan söyleyeyim sevgili dostlar inanın tüm bunlar bana tuhaf da gelmiyor değildi. Ne Şenses’i ne Kemancıyı ve ne de şarkıda anlatılanları bir türlü çözemiyordum ve üstüne üstlük şarkı ikinci bölüme geçildiğinde daha da acı yüklü bir hal alıyordu:
Değiştin Kemancı
Neden efkarlı çalmıyorsun
Benim dünyam yıkılmış
Sen de mi acıyorsun?
Gözümden kaçmıyor
Benden bir şey saklıyorsun
Yeter artık derken
Kemancı neden ağlıyorsun?
Evet, evet yanlış duymadınız, kemancı sonuna doğru bir de ağlıyordu. Sakladığı neyse artık efkarlı da çalmıyordu. Benim de kafam haliyle gitgide karışıyordu. Sorular, sorular, sorular kafamda bitmek bilmeyen sorular… Sevgili dostlar, ben o yıl Ege Çay Bahçesinde değişen o gözü yaşlı kemancıyı ne kadar gözümün önüne getirmeye çalışsam da malesef getiremedim. Kemancı ile ne kadar empati kurmaya çalışsam da başarılı olamadım lakin şanslıydım aşk acısı ile henüz tanışmamıştım. Fakat Adnan Şenses’in feryat figan “Gitme bu gece sen de kal” deyişini de asla unutmadım. O yaz ruhumun derinliklerinde bir yerde Adnan Şenses “Hep halime bak dertli çal” deyip durdu. Benim bunların sadece ileriki yıllarda karşılaşacağım tehlikenin ayak sesleri ve insanoğlunun yaradılış gerçeğini uzaktan uzağa duyumsama egzersizleri olduğunu anlamam ise yıllar alacaktı. Adnan Şenses ve Kemancı benim içimdeki aşk enerjisini keşfetme ve duyumsama yolundaki ilk şarkımdır. Hepiniz aşkla kalın..
Ali ihsan Konuklu der ki
Çok güzel bir dugu tasviri
Seda Kiriş der ki
İlginiz için çok teşekkür ediyorum..
Muhsin der ki
Bazı hikayeler vardır içinde sanki kendinizi bulmuş gibi olursunuz bu hikaye öyle degil tam tersini yazıyı yazanın kendisini yaşıyorsunuz içinde onun hissettiklerini yaşıyorsunuz onun yaşanmışlıklarını yaşamak çok farlı bi duygu sanki ordaymışsınız gibi yorumlamasını hayranlıkla okuyorsunuz..muhteşem ?
Seda Kiriş der ki
Muhsin Bey;
Beğendiğiniz için çok teşekkür ederim. Çok nazik ve duyarlısınız..