Sene 94, ben Bilkent Üniversiteden yeni mezun olmuşum kendime iş arıyorum. Etrafımda herkes “Öğretmen ol, öğretmen ol” diye yırtınıyor. Ben ise inatla “Hayır” diyorum. “Ben öğretmen olmayacağım, ben İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunuyum, öğretmenlik yapmayacağım.” Bir yandan başka bir iş ararken Cihangir’de uzun zamandır garaj olarak kullanılan büyük bir alanın inşaat halinde olduğunu farkediyorum ve kafamda sorular burası ne olacak acaba diye merak ederken dalıyorum şantiyeden içeri bir gün. Orada çalışan biri çıkıveriyor karşıma. “Ne yapıyorsunuz siz burda, bu neyin inşaatı?” diye sorunca “Burası büyük bir market olacak, hanımefendi” diyor.” “Ne marketi?” diye soruyorum “Valla adı Spar ben de bilmiyorum” diyor. Ben de “Marketin genel müdürlük numarasını rica edebilir miyim” diyorum ve ertesi gün heyecan ve sabırsızlıkla firmayı arıyorum. Kendimi tanıttıktan sonra “Buyrun gelin, görüşelim” diyorlar.
Bir gün sonra Florya’da çok lüks bir villanın bahçesindeyim, içeri alıyorlar beni ve 3. kattaki müdürün odasına çıkartıyorlar. Her neyse kapı açılıyor, ben içeri giriyorum, oturaklı ve muhtemelen 35 yaşlarında bir beyefendi beni karşılıyor. Çok kibar ve hayli kendine güvenli biri. Konuşuyoruz, ben üniversiteden yeni mezun olduğumu, iş ile ilgili hiç bir tecrübemin olmadığını iletiyorum. (Bu arada büyük bir marketler zinciri non-food bölümünde satın alma görevine talip olduğumun da farkında değilim maksat hani iş olsun bir kere başvurduk ya çalışacaz.) Ben değil büyük marketler zincirinde non-food nedir, nasıl satın almacı olunur, bu iş ne mühteva eder hiç bir şey bilmeden ertesi gün bodoslama başlıyorum ilk işime.
İş yerinde işi öğrenmeye başlıyoruz tabi, satın alma nedir? Non- food nedir? Ürünler nelerdir? Nasıl fiyatlandırma yapılır? O zaman bilgisayarlar var ama daha basit makineler mesela internet henüz yok, data aktarımı otomatik yapılmıyor. Raporlar ve fiyatlandırma kağıtlara yazılıyor, print ediliyor ve faks kullanılarak marketlere gönderiliyor. Hafta bir her ürünün birim fiyatı değişiyor, dün yaptığın fiyat ertesi gün çöpe gidiveriyor. Sabahtan akşama kadar bilgisayar başında rakamları topluyor, çıkarıyor, çarpıyor, bölüyorum yine de hesap kitap bitmiyor görmeniz lazım bir çılgınlık. (Bu arada hayatta en nefret ettiğim şey rakamlardır habire onlarla oynamam ve her an rakam görmem beni zıvanadan çıkarıyor)
İşin en komedi yanı ise işe yeni girdim işte çalışıyorum ama aslında ben çalışmıyorum yani şöyle ki ben öyle bir egodayım. Ben kimsenin altında çalışmam, patron benim egosu. Yanlış duymadınız, tam da dediğim gibi daha üniversiteden yeni çıkmışım üstelik apayrı bir bölümden, bu iş ile ilgili hiç bir bilgim ve kaygım yok ve işe gidip geliyorum ama aslında ben kimsenin altında çalışmam egosu tavan yapmış bir konumda kendimden gayet emin ve selimim. Tabi bu tavrım işyerindeki insanlara da yansıyor ister istemez. Oturmamdan kalkmama, konuşmamdan insan ilişkilerine her konuda üstün bir ego ile yaklaşıyorum herkese. Mesela ne sekreteri kale alıyorum, ne etrafımdaki çakal artık bu işi yalamış yutmuş satın almacıları. Tenezzül edip konuşmuyorum bile kimse ile. Müdür ne oluyor derseniz? Ben zaten kendi kendimin müdürüyüm. O da kim oluyor? Bu arada tenezzül edip konuşmadığım sekreterimiz ve diğer kadınlar gizli saklı yerlerde fısır fısır müdürün ne hoş, ne yakışıklı, ne kadar karizmatik ve anlayışlı olduğundan bahsedip duruyorlar benim de kulağıma çalınıyor ama ben müdürü tanımadığım için malum burun kıvırıyorum duyduklarıma. (Yani tanımıyorum derken siz anladınız taktığım yok kimseyi ben kendi havamdayım) “Avam kadınlar” diyorum içimden “Gözleri bir habbe müdür gördü methiyeler yağdırıyorlar akılları sıra, görmemiş görmemiş bunlar.” Bu arada çok nadir de olsa müdürü gördüğümde şöyle alıcı bir gözle baktığımı da yakalamıyor değilim ama her bakışımda “Peehhh” diyorum “Amma da abartıyorlar.”
Neyse gel zaman git zaman bir gün müdürden bir talimat geliyor: Akşam saat altıdan sonra mesaiye kalınacak ve ürünler sayılacak, acil yetişmesi gereken bir durum var. Tabi bizim sekreter kızcağız aşağı ikinci kata iniyor ve bizlere bunu deklare ediyor. “Neeeeeee!!!???” diyorum ben bağırarak. “Mesaiye mi? Ben zaten sabahtan beri çalışıyorum, ben kalamam, söyle müdüre ben saat altıyı bir geçe çıkarım benim anlaşmam böyle.” Tabi sekreter bıyık altından sırıtır bir pozisyonda, yüreğinin yağları erimiş (hani bu tavrın sonunda Seda’nın başına gelecekler için iştahlanmış bir şekilde) müdürün odasına çıkıyor ve benim dediklerimi ballandıra ballandıra aktarıyor. İşin garibi değerli müdürüm benim tavrım karşısında hayli rahat bir şekilde önce gülüyor sonra “Duydum, duydum.” “Bırakın gitsin, bir şey söylemeyin” diyor. Tabi ben sonradan öğreniyorum yukarıda kapının açık olduğunu ve müdürümün tüm isyanımı bilfiil duyduğunu. (Bu arada ben altıyı bir geçe basıp gidiyorum bu ayrıntıyı da vermek istedim)
Şimdi sen tüm bunları neden anlattın diye soracaksınız bana elbet hakkınız. Aradan 23 yıl geçmiş dile kolay sevgili dostlar ama çok saygı değer, kıymetli ve ilk müdürüm Sayın Hasan Ardıç’ı bugün halen büyük bir minnet ve şükranla anıyorum. Allah’ın her kuluna ona verdiği gibi yüce ve geniş bir gönül vermediğini de çok iyi biliyorum. Benim adına “Gönül insanı” dediğim bu insanlar malesef çok azdır sevgili dostlar. Bahsettiğim gibi hayatınızın bir döneminde benim gibi gözleriniz kör, kulaklarınız sağır, diliniz keskinleşir ise siz de ilk görüşte tanıyamaz, değerini ve kıymetini anlayamazsınız bu insanların lakin hayat size kıymetini gani gani anlatır ve öğretir diyorum. Herkesin egosundan kurtulması ümidiyle sevgili büyüğüm, kıymetli müdürüm Hasan Ardıç’ a selam olsun… (Bu arada laf aramızda gerçekten çok yakışıklı ve karizmatiktir kendisi:))
Bir yanıt yazın